28 Nisan 2013

Lars and the Real Girl (2007)


Imdb puanı: 7.4
Yapım: 2007 / ABD
Tür: Dram
Yönetmen: Craig Gillespie
Oyuncular: Ryan Gosling, Emily Mortimer, Paul Schneider, Patricia Clarkson, Kelli Garner



Lars (Ryan Gosling), babasının ölümüyle iyice içe kapanan, inanılmaz utangaç ve tatlı mı tatlı bir adam.Abisi (Paul Schneider) ve yengesi (Emily Mortimer) ile aynı arazide, evin garajında yaşıyor.Düzgün bir işi var.33 yaşında, taliplerini bekliyor ahahah iyice Esra Erol'a bağlamadan ''Lars Bey''i tanıtmayı sonlandırıyorum.

Lars'ın asosyal halleri yengesini endişelendiriyor, sürekli onu yemeğe çağırıyor ve sosyalleşmesi için çabalıyor.Yalnız bu öyle bir çaba ki sanırsın Lars'ın yengesi değil kendi öz kardeşi.Lars ise insanlarla (özellikle karşı cinsle) konuşmaya çekinen işten eve evden işe bir adam.Tatlı olduğunu söylemiştim di mi?

Lars bir gün abisi ve yengesinin kapısına geliyor ve internetten bir kızla tanıştığını, onun şu anda kendi evinde olduğunu ve onlarla tanıştırmak istediğini söylüyor.Lars'dan hiç beklemeyecekleri bu durum karşısında hem şaşırıyorlar hem de sonunda kabuğunu kırıp normalleşmeye başladığını düşünerek mutlu oluyorlar ta ki kızla tanışana kadar; çünkü Lars'ın bahsettiği o kız internetten sipariş verilen oyuncak bir bebek.


Bir kutu içinde gelen yeni sevgilisini hemen benimsiyor Lars.Abisi ve yengesiyle tanıştırdığında zavallılar ne yapacaklarını şaşırıyorlar.Yüzlerindeki şaşkınlık görülmeye değer.Tabii Lars'ı hemen doktora götürüyorlar ve doktor bebeğe oyuncak gibi değil, Lars'ın davrandığı şekilde; yani GERÇEK BİR KIZ gibi davranmalarını istiyor.O günden sonra tüm kasaba halkı durumdan haberdar ediliyor ve zaten küçük olan kasabada herkes Lars'ın durumunu anlayışla karşılayıp, oyuncak bebek Bianca'ya gerçekmiş gibi davranmaya başlıyorlar.

İlk önce senaryonun orijinalliğini mi yoksa Ryan Gosling'in muhteşem performansını mı övmeye başlasam bilemiyorum.Şahane bir senaryo! Resmen bir ütopya oluşturulmuş.Şahsen benim yaşamak istediğim bir dünya oldu Lars'ın kasabası.Düşünsenize böylesine çılgınca davranan, psikolojik problemler yaşayan ve her gittiği yere sevgilisi olarak tanıştırdığı oyuncak bebeğiyle giden bir adam var ve bırakın onunla dalga geçmeyi, arkasından konuşmayı; herkes aileden biriymişçesine Lars'a destek oluyor.Çok bekledim film boyunca kötü biri çıkacak Lars'ı üzecek diye ama çıkmadı.Gerçekçi değil elbette ama hayal etmesi bile güzel bir kasaba.Keşke olsa öyle bir yer de işi gücü bırakıp gidip yerleşsem diye düşündürüyor izleyiciye.


Gelelim Ryan Gosling'in oyunculuğunu övmeye.Ryan Gosling hayranı değilim ama bu filmi izleyip de onun yanaklarını sıkmak ve sarılmak istememek mümkün değil! Son derece özgün bir karaktere hayat vermiş.''Hayat vermiş'' deyimi tam olarak böyle orijinal roller için kullanılmalı işte.Ryan Gosling coşmuş, aşmış bu rolle, ne kadar övsem yetersiz kalır.Sadece Ryan Gosling de değil diğer oyuncalar da oldukça başarılı.Şu olmamış, şu olmasa da olurmuş diyebileceğim bir yan rol bile yok.

Filmle ilgili tek sıkıntı sanırım şu: Şimdi afişe baktığınızda ya da fragmanı izlediğinizde hatta sadece konuyu okuduğunuzda bile Hollywood tarzı klasik bir komedi beklentisine girebilirsiniz; fakat filmi KOMEDİ olarak düşünüp izlerseniz beklentilerinizi karşılamaz.Çünkü filmde yalnız bir adamın dramı var, psikolojik problemlere farklı bir bakış var, filmde bambaşka bir dünya var ve tüm bunları illa ki kategorize edeceksek, DRAM dememiz gerekecek.Tanıtım hatası sebebiyle klişelerle dolu romantik komedi izlenimi uyandıran ancak tam zıttı olan bağımsız bir yapım var karşımızda.Film tanıtımının ne kadar önemli olduğunu anlamış oluyoruz böylece.Buna benzer durumu daha önce Charlize Theron'un Young Adult filmiyle de yaşamıştık.O da aynen bu şekilde romantik/komedi beklentisi oluşturan dramlardan biriydi.

Filmle ilgili görüşlerimi tek bir cümlede toparlayacak olursam şunu söyleyebilirim: ''Yalnızlık hiç bu kadar naif anlatılmamıştı.''

Tanıtımı dışında hiçbir kusur bulamadığım bu filmi, türü konusundaki uyarımı dikkate alarak izlemeye başladığınız takdirde; yavaş da ilerlese sıkılmayacağınız, yer yer hüzünleneceğiniz, Ryan Gosling'den makas almak isteyeceğiniz 106 dakika sizi bekliyor olacak.

İyi seyirler.

5 Şubat 2013

Gelecek Vadeden Oyuncular

Film ve dizi yorumlamaktan başka bir şey yapmadığımı fark ettim.Bu yüzden biraz değişiklik olsun dedim ve son zamanlarda dikkatimi çeken, oynadıkları dizilerle kendilerini gösteren ve benim gelecekte değişik projelerde de görmek istediğim 3 oyuncudan bahsedeceğim.Üçünün de erkek olması tamamen tesadüftür, o konuyu bi aydınlatmış olalım.

Jeremy Allen White


1991 doğumlu Jeremy Allen White'ı, Shameless'taki Lip Gallagher rolüyle tanıyoruz.Öncesinde de birkaç yerde görünmüş sanırım ama adını Shameless'la duyurdu hiç şüphesiz ki.Sıkı bir Shameless hayranı olmama rağmen geçenlerde fark ettim ki ben bu diziyi Lip için izliyorum.Cool tavırları, yürüyüşü, umursamazlığı... şahsına münhasır bir karaktere hayat veriyor anlayacağınız.Çocuğun sigara yakışı bile bi başka.Serseri tipleri başarıyla canlandırabileceğini kanıtladı; fakat ben inanıyorum ki bambaşka rollerin de üstesinden gelir bu çocuk.O potansiyel var.


Lip Gallagher rolü James Dean çağrışımı yapıyor bende.Tavırlarını benzetiyorum.Acaba bir James Dean özentiliği (özentilik kötü bir tanım oldu yahu, etkilenme diyelim en iyisi) mi mevcut Jeremy Allen White'da merak ediyorum.

Geçen gün öğrendiğim ve beynimden vurulduğum bir haberi de aktarayım hemen: Jeremy, geçtiğimiz aylarda(yılbaşı gecesi) İstanbul'a gelmiş!!!!11!1! Beyoğlu Ghetto'da takılmış.Şu an kendimi Justin Bieber konserine gidemeyen ''belieber'' gibi hissediyorum.Mekan sahiplerine yazıklar olsun diyorum burdan asadafs.Ya oğlum paraya mı doydunuz naptınız anlamıyorum ki.İnsan bi önceden haber vermez mi la.Piiii yazıklar olsun.Neyse mevzuyu bağlayalım.Jeremy Allen, Shameless'tan sonra da önemli işlere imza atacak.Aha da buraya yazdım.

Evan Peters



1986 doğumlu Evan Peters da yine diziler sayesinde keşfettiğim bir isim.Malumunuz American Horror Story'yi severek takip ediyorum.Nasılmış ki bu dizi derseniz buyrun buraya alalım sizi.İlk sezonda canlandırdığı Tate Langdon karakteriyle geniş bir hayran kitlesi kazandı Evan Peters.Bu sezon da Kit Walker'ı canlandırarak kendisine olan hayranlığımızı katlamış oldu.Evan, daha önce de birçok önemli dizide ara ara görünmüş.American Horror Story'le biraz daha göz önünde oldu elbette ama onu tanıtan ilk proje olduğunu söyleyemeyiz.


American Horror Story'nin ilk sezonunda gizemli çocuk triplerindeydi.Dizinin ergen kızı Violet'le de oldukça uyumluydular ve Evan Peters rolüyle bizi şaşırtmayı başarmıştı.Bu yıl da iftiraya uğramış masum bir delikanlıya hayat verdi.Bu rolün de hakkını verdiğini söyleyebiliriz.Yetenekli olduğu şüphesiz; ancak bu çocuğun biraz daha magazinsel olaylara girmesi gerekiyor bence; çünkü anladığım kadarıyla Amerika'da da işler bizdeki gibi yürüyor.Birkaç tanınmış isimle falan görüntülense kariyeri açısından hiç de fena olmayacak.Harcanıyor valla gül gibi çocuk.


Adam Driver


Ee bu ne böyle hep yakışıklı adamları seçmişsin, şekilci misin nesin diyenler için de Adam Driver'ı seçtim.Şaka şaka...Diğer iki ismin yakışıklı olması tesadüften ibaretti.Ayrıca Adam Driver'ın da bir karizması var şimdi inkar etmeyelim.Diziyi izleyenler daha iyi anlayacaktır demek istediğimi, fotoğraflar yanıltmasın sizi.

Adam Driver, 1983 doğumlu ve en son keşfim olan ''Girls'' dizisinde Adam karakterini canlandırıyor.Diziyi çok keyif alarak izliyorum.Belki bir ara Girls hakkında da yazarım.Adam, dizinin özgün karakterlerinden yalnızca biri.Dünya yansa umrunda olmaz, o derece cool kendisi.

Girls'deki hali tam olarak budur.Yakışıklı değil de sempatik derler ya hani, he işte Adam o.Dumurdan dumura sürüklüyor dizi boyunca.Girls dışında Lincoln ve J.Edgar gibi önemli filmlerde de yer almış.Her iki filmi de izlemediğim için rolünün ciddiyeti hakkında yorum yapamıyorum.Tek söyleyebileceğim Girls'e sığmayacak bir yeteneği var Adam Driver'ın.Çok çok daha iyi yerlerde olması gerekiyor ilerleyen zamanlarda.

Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar.Bu bölümü sevdim ben.Yazmak baya eğlenceli oldu.Yeni dizi keşiflerimle bu bölümü de zenginleştiririm.

Sizin de varsa böyle izlediğiniz dizilerde gözünüze çarpan isimler lütfen paylaşın bizimle.Hem dizi tavsiyesi etmiş olursunuz bu vesileyle.Dizi açıyım resmen şu an ve tavsiyelere açığım :)

21 Ocak 2013

Weeds (2005-2012)


Weeds'le geçen yaz tanıştım.O günden beri bitmesin diye yavaş yavaş izlemeye çalışıyorum; ama ne mümkün!  Öyle bir yerde bırakıyorlar ki her bölümü, içimden bir ses ''Diğer bölümü de izlemeliyim, diğer bölümü de izlemeliyimmm!'' diye bağırıyor.Kısaca konusundan bahsetmek gerekirse:

Nancy Botwin, eşinin ani ölümüyle iki çocuğuyla ortada kalıyor.Çok dramatik oldu değil mi? Ama olaylar hiç de öyle sandığınız gibi gelişmiyor.Nancy, esrar satma işine bulaşıyor.O günden sonra da bu işten vazgeçmiyor.Banliyöde başlayan dizi farklı farklı bölgelere yayılıyor.Her sezon yeni bir dertle uğraşarak dizi sıkmadan ilerliyor.

8 sezon süren dizinin bu kadar tutmasının sebebi, konusundan ziyade özgün karakterleri.Şimdi onları tanıyalım:

Nancy Botwin
Esas kızımız Nancy Botwin'i Mary-Louise Parker canlandırıyor.Kim inanır bu kadının 1964 doğumlu olduğuna? Şahsen ben ilk gördüğümde ufak çaplı bir şok geçirdim.30'undan 1 yaş bile fazla göstermiyor.Ayrıca utanır insan böyle güzel olunur mu yahu! İzlemeye doyamıyor insan.Ekranlarda gördüğüm eeen güzel isimlerden biri kesinlikle.

Sarah Wayne Callies- Mary Louise Parker
Peki Sarah Wayne Callies'le olan benzerliklerine ne demeli? İkisini kız kardeş olarak izlemek istiyorum ben.Bu benzerlik değerlendirilsin!


Mary Louise'i bir kenara bırakıp, Nancy Botwin'e dönecek olursak, ilk birkaç bölümde rolüne pek ısınamadığını görüyoruz; fakat sonra bir açılıyor ki sormayın.Başına gelmedik şey kalmıyor.Tamam şimdi sıçtı, dediğiniz durumların bile içinden çıkabiliyor keskin zekası ile.E, tabi güzelliğinin ve fettanlığının payı da büyük.3 kelimeyle anlatırsak Nancy Botwin'i: bitch,bitch,bitch.

Andy Botwin
Nancy'nin ''brother in law''ı. Kaynı yani anlayacağınız.Kaynı nedir arkadaş ya.Diziden soğudum resmen şu an.Ölen eşinin kardeşi diyelim, uzun ifade olsun temiz olsun.
Andy, kardeşinin ölümünden sonra aileye destek için geliyor, bir daha da gitmiyor.Yengesine asılan, bi işe yaramayan, adi, aşağılık...yook lan, böyle tanımlayamıycam Andy'yi.Çünkü çok tatlı.Espri anlayaşına bayılacaksınız.Diziyi sevme nedenlerimden biri onun muziplikleri.

Silas Botwin
Nancy'nin büyük oğlu.Yalnız o sol üstteki fotoğrafı nedir ya, çocuğun en ılık çıktığı fotoğrafı seçmişim resmen.Zaten aşırı baby face, feminen bir yüzü var.''Ben gayim aslında.'' itirafını çok bekledim kendisinden dizi boyunca yalan yok.Efendim, Silas ailenin saf, temiz çocuğu sözün özü.Birazdan bahsedeceğim küçük kardeşinin tam zıttı.

Shane Botwin
İşte beklenen an..Ailenin psikopat çocuğu Shane'le tanışın lütfen.Yalnız dikkatli olun; çünkü Shane reis tam bir manyak.8 yıllık dizi boyunca, bir yandan da ''Bir psikopat nasıl yetişir?'' adlı belgeseli izliyoruz aslında.Küçük sidikli halleri de vardı arşivlerde.Ama rencide etmeyelim şimdi Shane reisi.Kocaman gözleri, olur olmaz çıkışları ve geçirdiği evrimle, Shane en sevdiğiniz karakter bile olabilir.Tabii diziyi izlerseniz.Bir saattir övüyorum burda, izlemeyi düşünün bence artık.

Stevie Ray Botwin
Aslında ondan bahsetmekle spoiler vermiş olacağız ama o kadar tatlı ki eklemeden geçemedim.İlerleyen sezonlarda Botwin ailesine katılacak kendisi.

Esas karakterlerimiz bundan ibaret.8 sezonluk bir dizide elbette ki birçok yan karakter mevcut.Hatta çok çook seveceğiniz yan karakterler de var.O yüzden ben esas karakterleri tanıtmakla yetiniyorum.Weeds bizim Türk televizyonlarında göremeyeceğimiz türden cesur bir dizi.Her bölümü yaklaşık 20 dakika sürüyor.Yapacak daha iyi bir şeyiniz olmadığı zamanlarda izleyip güzel vakit geçirebilirsiniz.
İyi seyirler.

30 Aralık 2012

Amour / Aşk


Yapım: 2012 / Fransa,Almanya,Avusturya
Imdb Puanı: 8.1
Tür: Dram
Yönetmen: Michael Haneke
Oyuncular: Jean-Louis Trintignant, Emmanuelle Riva, Isabelle Huppert, Alexandre Tharaud

Filmekimi kapsamında gösterilen, ünlü yönetmen Michael Haneke'nin son filmi Amour, 3 kopyayla 28 Aralık'ta gösterime girdi.Cannes Film Festivali'nden ödülle ayrılan ve Oscar aday adayı olan film, eleştirmenlerce de bolca övgü alıyor.

Daha önce hiç Haneke filmi izlemedim.Farklı olarak tabir edilen tarzına aşina değilim.Ancak hakkında yazılanları okuduğum için Haneke sineması hakkında az çok görüş sahibiyim.Birçok hayranı var kendisinin.Eminim onlar bu filmden çok daha fazlasını almıştır.Benim yorumlarım da daha önce Haneke filmi izlemeyen birinin yorumları olsun.Biliyorum yönetmenin tarzına aşina değilseniz filmin içine giremezsiniz kolay kolay.Bu yüzden şimdiden affınıza sığınarak kendi izlenimlerimi aktarmaya çalışacağım.

Film çok yalın bir hikayeyi konu alıyor: Anne ve Georges 80'li yaşlarında, her ikisi de emekli müzik öğretmeni olan bir çifttir.Kızları Eva yurtdışında yaşar, ara sıra ziyaretlerine gelir.Yaşlı çift, dış dünyadan uzak, rutin bir emeklilik hayatı yaşarlarken; Anne'ın hastalığı, bu yaşama gölge düşürür.Yaşlı kadının felç geçirip; bir başkasının bakımına muhtaç kalması ile, eşi Georges'un da sadakat sınavı başlamış olur ve bu andan itibaren Anne'ın hastalığının seyri ile Georges'un da değişimine tanık oluruz.

Film, üzerine en çok yazılan çizilen; şarkılar yapılan; filmler çekilen; hemen hemen herkesin fikir beyan ettiği bir kavram olan ''aşk''ı sorgulamamızı sağlıyor.Hani hep sorarlar ya ''Aşk nedir?'' diye, işte usta yönetmen de kendi üslübuyla işliyor aşkı.Çiftin mesafeli ve resmi duruşunu gören seyirci, filmin görmeye alışık olduğu bir aşk hikayesi seyrinde ilerlemeyeceğini anlayacaktır.Nitekim öyle de oluyor.Duygu yoğunluğunun yaşandığı, sevgi sözcüklerinin fısıldandığı klasik bir aşk hikayesinden çok daha fazlasıyla karşılaşıyoruz.
Haneke tarzına uzak olduğumu belirtmiştim yazımın başında.Fakat tarzının bana tanıdık geldiğini söyleyebilirim.Durağan ve bağımsız yapımları sevdiğim için ilk dakikalardan itibaren filme ısındım.Bu tarz filmlerin 'insan belgeselleri' olduğunu düşündüğümü belirtmiştim bir yazımda.Bu film de bu görüşümü destekleyen filmlerden biri oldu.Gerek kameranın kullanışı, gerek oyuncuların performansı -özellikle Emmanuelle Riva'nın performansı şapka çıkarılacak cinsten- gerçeğin en yalın halini görebileceğimiz bir belgesel havası katıyor filme.Yakın plan neredeyse hiç kullanılmamış.Sanki her odaya birer kamera koyup; gerçek bir çifti izliyormuşuz izlenimi uyandırdı.Tabii bu gerçekçi atmosferin oluşturulmasında oyuncuların payı daha büyük.Fakat bu gerçeklik film ilerledikçe rahatsız edici boyutlara ulaşıyor.Seyirciyi diken üstünde tutuyor ve gerilmesine neden oluyor.


Filmde dikkatimi çeken ayrıntılardan biri müzik kullanılmayışı.Sırf bu ayrıntıya dayanarak bile filmin ticari kaygı gütmediğini söyleyebiliriz.Düşünsenize elinizde seyirciyi dağıtıp geçebilecek bir konu var.Bunu müziklerle, bol duygusallıkla süsleyip seyirciye servis edip; sonra da bunun nimetlerinden faydalanabilirsiniz.Ama işte usta bir yönetmeni usta yapan da tarzından ödün vermemesidir.Çoğu zaman karşılığını maddi olarak alamazlar belki.Nitekim Haneke de finansal destek bulma konusunda zorluk çekmiş film için.En nihayetinde ortaya uzun yıllar akılda kalacak, bazı kavramları yeniden sorgulatacak takdire şayan bir eser çıkmış.

Filme ulaşmak zor olacaktır; çünkü başta da belirttiğim gibi, ülkemizde 3 kopyayla vizyona girdi.Fakat bir şekilde ulaşın ve izleyin.Pişman olmayacaksınız.

İyi seyirler.

23 Kasım 2012

Shutter (2004)


Yapım: 2004 / Tayland
Imdb puanı: 7.1
Tür: Korku / Gerilim / Gizem
Yönetmen: Banjong Pisanthanakun, Parkpoom Wongpoom
Oyuncular: Ananda Everingham, Natthaweeranuch Thongmee, Achita Sikamana

Shutter, orijinal senaryosuyla dikkat çeken Tayland yapımı bir film.Aynı filmin 2008 yılında çekilen bir de Amerikan versiyonu var(bkz: Shutter). Fakat ben Tayland yapımını izlemeyi tercih ettim.Taklitler asıllarını yaşatır diye boşuna söylememişler.Amerikan versiyonu olmasa, bu kıyıda köşede kalan filmi keşfedemeyebilirdim.


''Sevgilinizi terk ederken bir kez daha düşünün.''
Filmin kısaca konusu şu: Tun ve kız arkadaşı Jane, arkadaşlarıyla görüştükleri güzel bir gecenin ardından arabayla bir kıza çarparlar.Olay mahallinden kaçmayı tercih ederler bir korku filmi klasiği olarak.''Geçen Yaz Ne Yaptığını Biliyorum'' muhabbetine bağlayacaklar şimdi hikayeyi diye düşünmedim değil.Fakat durum biraz daha karışık hale geliyor.Kazanın ardından Tun'ın çektiği fotoğraflarda silüetler görünmeye başlıyor.Film ilerledikçe Tun'ın intihar eden ex aşkı Natre'nin kendisine musallat olduğunu anlıyoruz.

Film sizi 90 dakika boyunca diken üstünde tutmayı başarıyor.Ben ki korku filmlerinden çok etkilenen biri değilimdir.Tabii şu 'gülerek izledim yea' diyenlerden de değilim.Hayır güleceksem gider komedi filmi izlerim yani, ne işim var korkuyla,gerilimle? Neyse konudan uzaklaşmayalım.Demek istediğim filmin yarısını gözü kapalı izleyecek kadar etkilenenlerden değilim.Fakat bu filmde bu tepkileri verdiğimi fark ettim.Arada bir baktım elimle yüzümü kapatıyorum.Düşünün yani..

Uzakdoğu sinemasının hayranı olduğum söylenemez.Severim; fakat fanatiği değilim.Ama söz konusu korku/gerilim ise her zaman ilk tercihim uzakdoğu sinemasından yana olur.Sebebi nedir peki? Benim şahsi tercihimin gerekçeleri şunlar: Öncelikle senaryoları başarılı ve bu senaryolar birçok filme, özellikle Amerikan sinemasına ilham kaynağı oluyor.Diğer gerekçem ise fiziksel yapıları.Örneğin 'çekik gözlü, beyaz tenli bir kadının gözlerinden akan kan' başlı başına ürkünç değil mi? Bence öyle. Bunun dışında Amerikan korku filmlerindeki gereksiz kadın vücudu sergileme olayına da dikkat çekecek ölçüde rastlamadım ben.Sinemada cinselliğe karşı olduğum vs düşünülmesin.Dozunda kullanıldığı sürece sorun yok.Tepkim, cinselliğin artık Amerikan korku filmi klişesi haline getirilmesine.Dişiliğiyle ön plana çıkarılan bir kadın filmi itici kılan başlıca nedenlerden biri oluyor bana göre.Hayır kadının peşine katil düşüyor, bilinmeyen gizemli bir güçle mücadele ediyor ya da yaralanıyor.Fakat hala kadını seksi gösterme peşindeler.Bırakın kadın çirkin görünsün, bırakın paçozlaşsın o kadın ki gerçekçi olsun.


Dönelim tekrar Shutter'a.Filmi güzel kılan bir diğer öğe de müziklerdi.Seyirciyi diken üstünde tutan, gerilimi arttıran en önemli ayrıntılardan biriydi müzikler.'Şimdi bi şey olacak' hissi vardır ya hani.İşte neredeyse film boyunca bu hissi yaşıyorsunuz.Tabii ani korkutmalar da beraberinde geliyor, arada sıçrayabiliyorsunuz yerinizden.Şahsen benim beklentilerim de bu yönde.Korku filmi izlerken, film boyunca rahat olmamalıyım.Bunu başarabiliyorsa iyidir o film.Zaten bir korku filminden başka da ne beklenir ki? Yine romantik komedilere yaptığım gibi 'tür ezmesi' yapıyorum, farkındayım; fakat gerçekler bunlar.Sanatsal açıdan beklentim olmuyor bu türlerde.

Film boyunca süregelen tek his 'gerilim' değil.'Merak' duygusu da canlı tutuluyor.Geçmişe dair yeni yeni şeyler öğreniyoruz.Ayrıca arada gösterilen her ayrıntının da bir anlamı var.Hiçbir şey havada kalmıyor.Film süresince anlam veremediğimiz, üzerinde durulan ayrıntılar filmin sonunda anlam kazanıyor ve şaşırtıyor.Aklımıza takılan sorulara da tek tek cevaplar alıyoruz.Bu açıdan bakarsak, filmin finalinin de güzel olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Benim 'en iyi korku filmleri' listemde birçok rakibini sollayarak ilk sıralarda yerini aldı bu film.Mutlaka ama mutlaka izleyin.

İyi seyirler.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...