30 Aralık 2012

Amour / Aşk


Yapım: 2012 / Fransa,Almanya,Avusturya
Imdb Puanı: 8.1
Tür: Dram
Yönetmen: Michael Haneke
Oyuncular: Jean-Louis Trintignant, Emmanuelle Riva, Isabelle Huppert, Alexandre Tharaud

Filmekimi kapsamında gösterilen, ünlü yönetmen Michael Haneke'nin son filmi Amour, 3 kopyayla 28 Aralık'ta gösterime girdi.Cannes Film Festivali'nden ödülle ayrılan ve Oscar aday adayı olan film, eleştirmenlerce de bolca övgü alıyor.

Daha önce hiç Haneke filmi izlemedim.Farklı olarak tabir edilen tarzına aşina değilim.Ancak hakkında yazılanları okuduğum için Haneke sineması hakkında az çok görüş sahibiyim.Birçok hayranı var kendisinin.Eminim onlar bu filmden çok daha fazlasını almıştır.Benim yorumlarım da daha önce Haneke filmi izlemeyen birinin yorumları olsun.Biliyorum yönetmenin tarzına aşina değilseniz filmin içine giremezsiniz kolay kolay.Bu yüzden şimdiden affınıza sığınarak kendi izlenimlerimi aktarmaya çalışacağım.

Film çok yalın bir hikayeyi konu alıyor: Anne ve Georges 80'li yaşlarında, her ikisi de emekli müzik öğretmeni olan bir çifttir.Kızları Eva yurtdışında yaşar, ara sıra ziyaretlerine gelir.Yaşlı çift, dış dünyadan uzak, rutin bir emeklilik hayatı yaşarlarken; Anne'ın hastalığı, bu yaşama gölge düşürür.Yaşlı kadının felç geçirip; bir başkasının bakımına muhtaç kalması ile, eşi Georges'un da sadakat sınavı başlamış olur ve bu andan itibaren Anne'ın hastalığının seyri ile Georges'un da değişimine tanık oluruz.

Film, üzerine en çok yazılan çizilen; şarkılar yapılan; filmler çekilen; hemen hemen herkesin fikir beyan ettiği bir kavram olan ''aşk''ı sorgulamamızı sağlıyor.Hani hep sorarlar ya ''Aşk nedir?'' diye, işte usta yönetmen de kendi üslübuyla işliyor aşkı.Çiftin mesafeli ve resmi duruşunu gören seyirci, filmin görmeye alışık olduğu bir aşk hikayesi seyrinde ilerlemeyeceğini anlayacaktır.Nitekim öyle de oluyor.Duygu yoğunluğunun yaşandığı, sevgi sözcüklerinin fısıldandığı klasik bir aşk hikayesinden çok daha fazlasıyla karşılaşıyoruz.
Haneke tarzına uzak olduğumu belirtmiştim yazımın başında.Fakat tarzının bana tanıdık geldiğini söyleyebilirim.Durağan ve bağımsız yapımları sevdiğim için ilk dakikalardan itibaren filme ısındım.Bu tarz filmlerin 'insan belgeselleri' olduğunu düşündüğümü belirtmiştim bir yazımda.Bu film de bu görüşümü destekleyen filmlerden biri oldu.Gerek kameranın kullanışı, gerek oyuncuların performansı -özellikle Emmanuelle Riva'nın performansı şapka çıkarılacak cinsten- gerçeğin en yalın halini görebileceğimiz bir belgesel havası katıyor filme.Yakın plan neredeyse hiç kullanılmamış.Sanki her odaya birer kamera koyup; gerçek bir çifti izliyormuşuz izlenimi uyandırdı.Tabii bu gerçekçi atmosferin oluşturulmasında oyuncuların payı daha büyük.Fakat bu gerçeklik film ilerledikçe rahatsız edici boyutlara ulaşıyor.Seyirciyi diken üstünde tutuyor ve gerilmesine neden oluyor.


Filmde dikkatimi çeken ayrıntılardan biri müzik kullanılmayışı.Sırf bu ayrıntıya dayanarak bile filmin ticari kaygı gütmediğini söyleyebiliriz.Düşünsenize elinizde seyirciyi dağıtıp geçebilecek bir konu var.Bunu müziklerle, bol duygusallıkla süsleyip seyirciye servis edip; sonra da bunun nimetlerinden faydalanabilirsiniz.Ama işte usta bir yönetmeni usta yapan da tarzından ödün vermemesidir.Çoğu zaman karşılığını maddi olarak alamazlar belki.Nitekim Haneke de finansal destek bulma konusunda zorluk çekmiş film için.En nihayetinde ortaya uzun yıllar akılda kalacak, bazı kavramları yeniden sorgulatacak takdire şayan bir eser çıkmış.

Filme ulaşmak zor olacaktır; çünkü başta da belirttiğim gibi, ülkemizde 3 kopyayla vizyona girdi.Fakat bir şekilde ulaşın ve izleyin.Pişman olmayacaksınız.

İyi seyirler.

23 Kasım 2012

Shutter (2004)


Yapım: 2004 / Tayland
Imdb puanı: 7.1
Tür: Korku / Gerilim / Gizem
Yönetmen: Banjong Pisanthanakun, Parkpoom Wongpoom
Oyuncular: Ananda Everingham, Natthaweeranuch Thongmee, Achita Sikamana

Shutter, orijinal senaryosuyla dikkat çeken Tayland yapımı bir film.Aynı filmin 2008 yılında çekilen bir de Amerikan versiyonu var(bkz: Shutter). Fakat ben Tayland yapımını izlemeyi tercih ettim.Taklitler asıllarını yaşatır diye boşuna söylememişler.Amerikan versiyonu olmasa, bu kıyıda köşede kalan filmi keşfedemeyebilirdim.


''Sevgilinizi terk ederken bir kez daha düşünün.''
Filmin kısaca konusu şu: Tun ve kız arkadaşı Jane, arkadaşlarıyla görüştükleri güzel bir gecenin ardından arabayla bir kıza çarparlar.Olay mahallinden kaçmayı tercih ederler bir korku filmi klasiği olarak.''Geçen Yaz Ne Yaptığını Biliyorum'' muhabbetine bağlayacaklar şimdi hikayeyi diye düşünmedim değil.Fakat durum biraz daha karışık hale geliyor.Kazanın ardından Tun'ın çektiği fotoğraflarda silüetler görünmeye başlıyor.Film ilerledikçe Tun'ın intihar eden ex aşkı Natre'nin kendisine musallat olduğunu anlıyoruz.

Film sizi 90 dakika boyunca diken üstünde tutmayı başarıyor.Ben ki korku filmlerinden çok etkilenen biri değilimdir.Tabii şu 'gülerek izledim yea' diyenlerden de değilim.Hayır güleceksem gider komedi filmi izlerim yani, ne işim var korkuyla,gerilimle? Neyse konudan uzaklaşmayalım.Demek istediğim filmin yarısını gözü kapalı izleyecek kadar etkilenenlerden değilim.Fakat bu filmde bu tepkileri verdiğimi fark ettim.Arada bir baktım elimle yüzümü kapatıyorum.Düşünün yani..

Uzakdoğu sinemasının hayranı olduğum söylenemez.Severim; fakat fanatiği değilim.Ama söz konusu korku/gerilim ise her zaman ilk tercihim uzakdoğu sinemasından yana olur.Sebebi nedir peki? Benim şahsi tercihimin gerekçeleri şunlar: Öncelikle senaryoları başarılı ve bu senaryolar birçok filme, özellikle Amerikan sinemasına ilham kaynağı oluyor.Diğer gerekçem ise fiziksel yapıları.Örneğin 'çekik gözlü, beyaz tenli bir kadının gözlerinden akan kan' başlı başına ürkünç değil mi? Bence öyle. Bunun dışında Amerikan korku filmlerindeki gereksiz kadın vücudu sergileme olayına da dikkat çekecek ölçüde rastlamadım ben.Sinemada cinselliğe karşı olduğum vs düşünülmesin.Dozunda kullanıldığı sürece sorun yok.Tepkim, cinselliğin artık Amerikan korku filmi klişesi haline getirilmesine.Dişiliğiyle ön plana çıkarılan bir kadın filmi itici kılan başlıca nedenlerden biri oluyor bana göre.Hayır kadının peşine katil düşüyor, bilinmeyen gizemli bir güçle mücadele ediyor ya da yaralanıyor.Fakat hala kadını seksi gösterme peşindeler.Bırakın kadın çirkin görünsün, bırakın paçozlaşsın o kadın ki gerçekçi olsun.


Dönelim tekrar Shutter'a.Filmi güzel kılan bir diğer öğe de müziklerdi.Seyirciyi diken üstünde tutan, gerilimi arttıran en önemli ayrıntılardan biriydi müzikler.'Şimdi bi şey olacak' hissi vardır ya hani.İşte neredeyse film boyunca bu hissi yaşıyorsunuz.Tabii ani korkutmalar da beraberinde geliyor, arada sıçrayabiliyorsunuz yerinizden.Şahsen benim beklentilerim de bu yönde.Korku filmi izlerken, film boyunca rahat olmamalıyım.Bunu başarabiliyorsa iyidir o film.Zaten bir korku filminden başka da ne beklenir ki? Yine romantik komedilere yaptığım gibi 'tür ezmesi' yapıyorum, farkındayım; fakat gerçekler bunlar.Sanatsal açıdan beklentim olmuyor bu türlerde.

Film boyunca süregelen tek his 'gerilim' değil.'Merak' duygusu da canlı tutuluyor.Geçmişe dair yeni yeni şeyler öğreniyoruz.Ayrıca arada gösterilen her ayrıntının da bir anlamı var.Hiçbir şey havada kalmıyor.Film süresince anlam veremediğimiz, üzerinde durulan ayrıntılar filmin sonunda anlam kazanıyor ve şaşırtıyor.Aklımıza takılan sorulara da tek tek cevaplar alıyoruz.Bu açıdan bakarsak, filmin finalinin de güzel olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Benim 'en iyi korku filmleri' listemde birçok rakibini sollayarak ilk sıralarda yerini aldı bu film.Mutlaka ama mutlaka izleyin.

İyi seyirler.

24 Ekim 2012

When Harry Met Sally / Harry Sally ile Tanışınca


Yapım: 1989 / ABD
Imdb Puanı: 7.6
Tür: Romantik, Komedi
Yönetmen: Rob Reiner
Oyuncular: Billy Crystal, Meg Ryan, Carrie Fisher

Uzun zamandır izlemeyi ertelediğim bir filmdi 'When Harry Met Sally''. Ve benim gibi pek de romantik komedi tutkunu olmayan birini bile hayran bırakabildiyse, romantik komediseverlerin muhakkak izlemesi gerektiğini söylememe gerek yok sanırım.

Film, modern zaman insanlarının net bir şekilde cevaplayamadığı ve hayatlarının bir dönemlerinde mutlaka yaşayarak tecrübe ettikleri bir soru üzerine kurulu: ''Bir kadın ve bir erkek sadece arkadaş olabilir mi?''



Harry ve Sally, 10 yıl önce tesadüfen tanışıp birlikte uzun bir yolculuk yaparlar.Bu yolculuğun ardından bir daha görüşmezler.Tabi 5 yılda bir tesadüfen karşılaşmalarını saymazsak...İkinci karşılaşmalarında yakınlaşmaya başlarlar; fakat yalnızca arkadaş olarak.Peki birbirlerinin en zor anlarında yan yana olup her şeyi birbirleriyle paylaşan bu iki insan, sadece arkadaş kalabilecek midir? Eh, bunun bir romantik komedi olması gerekecekse elbette kalmamalılar değil mi?

Bu filmin romantik komedi türü için bir 'yol' açtığını söyleyebiliriz.Günümüz romantik komedileri de o yolda ilerliyor.Fakat film çıtayı öylesine yükseltmiş ki, yenilerin de işi pek kolay değil.

İlişkiler üzerine yapılan çıkarımlar, diyaloglar, arada gösterilen evli çiftlerin hikayeleri, filmi zenginleştiren öğelerden...ve oyuncular...Meg Ryan'ın çekiciliğinin zirvelerinde olduğu yıllar.Bu kadın adeta romantik komedilerde oynamak için doğmuş.Ben bu türü pek ciddiye almam.Sadece vakit geçirmek için, eğlenmek için, sıkıldığımızda, bunaldığımızda oturup izlemek, moral düzeltmek için var olduklarına inanırım hatta.Fakat iyi oyuncuların elinde yoğurulan bir film gösteriyor ki, türün bir önemi yok.İyi oyuncular çok basit bir türü bile alıp yürütebilir, sinema tarihinin unutulmazları arasına sokabilir.İşte benim ''When Harry Met Sally''den aldığım ders bu oldu.


Filmin bazı kısımları ''Seinfeld'' çağrışımı yaptı.Tarzlarının benzer olduğunu söyleyebilirim.Yani 'Seinfeld' tadı alabileceğiniz bir film.Bu eklemeyi de ''Seinfeld'' hayranları için yapmış olalım.

Ve bir romantik komedide en önemli unsurlardan biri müziklerdir.Filmin soundtrack albümüne bir göz atarsanız müzik konusunun da hakkının verildiğini görebilirsiniz.Ray Charles, Frank Sinatra, Louis Armstrong gibi jazz müziğin dev isimlerinin yer aldığı muhteşem bir soundtrack...

Filmin övülecek başka bir yanı kalmadığına göre benim görevim burada sona eriyor sevgili okur.Şiddetle tavsiye etmesi benden, izlemesi sizden.

İyi seyirler.

19 Ekim 2012

American Horror Story (2011- )


Birkaç gün önce 2. sezon açılışını yapan American Horror Story klasik perili ev hikayelerinden biri gibi dursa da, korku filmi klişelerinin çoğunu bünyesinde barındırsa da, izlemeye başladığınızda feci saran bir dizi.Yalnız dizinin yetişkinlere hitap eden sahneler içerdiğini baştan belirtip, +18 uyarısı veriyorum.Sonra 'vay ben duymadım, vay beni ikaz etmediler' demeyin.

İlk sezonunda Harmon çifti başrolde yer alıyor.Vivien ve Ben Harmon'ın ilişkileri çıkmaza girince çareyi bulundukları yerden uzaklaşmakta buluyorlar ve 'perili' diye tabir ettiğimiz, gayet makul bir fiyata satılan muhteşem bir evi satın alıyorlar.Fakat bu ev hiç de öyle sandıkları gibi huzuru bulabilecekleri, mutlu mesut yaşayıp gidecekleri bir 'yuva' olmayacaktır.

Her bölümün başında evin karanlık geçmişine uzanıyoruz.Çok eski yıllarda kullanılmaya başlayan bu evde sayısız cinayet işlenmiş.Her gün yeni bir hayaletle tanışıyoruz.Daha önce belirttiğim gibi korku filmi klişelerini barındırıyor fakat ilgi çekici bir konusunun ve iyi bir işlenişinin olduğunu söylemeliyim.Korku/gerilim hayranlarının kaçırmaması gereken bir dizi.Her bölüm 45 dakikadan oluşuyor.İki bölüm izleseniz bir korku/gerilim filmi izlemiş gibi olacaksınız yani.


İkinci sezon açılışını ise birkaç gün önce yaptı.İlk sezondan bağımsız.Bazı oyuncular aynı.Özellikle 'Tate' karakterinin ciddi bir hayran kitlesi var, biliyorum.Merak etmeyin bu sezon da kendisini hayranlıkla izlemeye devam edebilirsiniz; fakat bu sefer bambaşka bir karakter kendisi.


İlk sezondan aşina olduğumuz karakterler bambaşka rollerde yer alıyorlar bu sezon.Çünkü dediğim gibi konu değişmiş, adeta yeni bir dizi başlamış.İlk sezonu izlemeyenler de bu sezonu izleyebilirler keyifle.

Bu sezon, Harmon çiftine elveda dedik ve perili evimizden uzaklaşıp, bir akıl hastanesine uzanıyoruz.60'lı yıllarda azılı suçluların kapatıldığı bu akıl hastanesine günümüzde yapılan bir ziyaretle başlıyor ikinci sezon.Yine bugüne ait olaylar olacak ve zamanda geri dönüşlerle bu kez 60'lı yılları ziyaret edeceğiz.

Dizinin ilk sezondaki karanlık atmosferi bu yıl da tam gaz devam ediyor.Hatta bu sefer daha ürkütücü ve daha  gizemli olacağının sinyallerini aldım ben ilk bölüm sonrası.Yeni bölümleri merakla beklemekteyim kısacası.İlk sezonu izleyen takipçiler, mutlaka kaçırmayacaktır bu sezonu; ama benim bu yazıyı yazmamdaki esas amaç ikinci sezonun konu itibariyle bağımsız olduğunu ve herkesin izleyebileceğini belirtmekti.Çünkü bu dizi ortalama bir korku filminden çok daha fazlasını vaad ediyor.Benden söylemesi...

İyi seyirler.

10 Ekim 2012

Zelig


Yapım: 1983 / ABD
Imdb Puanı: 7.7
Tür:Fantastik,komedi
Yönetmen: Woody Allen
Oyuncular: Woody Allen, Mia Farrow

Zelig... Doktorunun deyimiyle o bir ''insan bukalemun''.



Leonard Zelig (Woody Allen), etrafındakilerden biri gibi olabilmek, onlara uyum sağlayabilmek, kendini güvende hissedebilmek dahası sevilmek için etrafındakilerin görünümüne bürünen bir adam.Karakter olarak onlara benzemeye çalışmaktan söz etmiyorum.Tam anlamıyla yanındaki kişinin görünümüne bürünüyor.Bir zencinin yanında zenci, şişman birinin yanında şişman, bir doktorun yanında doktor oluyor.Dolayısıyla doktorlar için üzerinde araştırmalar yapılabilecek mükemmel bir denek konumunda.


Ona tıbbi bir vaka gözüyle bakan diğer doktorların aksine Dr.Eudora Fletcher (Mia Farrow), Zelig'i bir 'insan' olarak umursayan tek kişi.Onu alıp, şehirden uzak kır evine götürüyor.Böylece toplumdan uzak, nötr bir ortam oluşturarak, Zelig'in kendi benliğini bulmasını sağlayabilecektir. İlk zamanlar alanında tanınan bir doktor olabilmek, isim yapmak gibi amaçlarla tedavi etmeye başladığı Zelig ile aralarında zamanla kuvvetli bir bağ oluşuyor.Bu süreçte ise zaman zaman düşündüren, kimi zaman güldüren hatta kahkaha attıran absürd olaylar yaşanıyor.

Zelig, bana Kafka'nın böceğe dönüşen Gregor Samsa'sını anımsattı.Fakat Kafka'nın Dönüşüm'ünde topluma yabancılaşma söz konusuyken, Allen'ın dönüşümünde topluma uyum sağlama söz konusu.En azından Zelig'in amacı bu.Aradaki bu farklılığa rağmen bir Kafka göndermesi olduğu bariz.Hatta biraz daha abartıp Kafkaesk bir yapım olduğunu bile söyleyebilirim.

Belgesel olarak hazırlanan film ile baştan sona aşina olduğumuz belgesel prensiplerine bağlı kalarak 1920'li yıllara uzanıyoruz.Hayali karakterimiz Zelig'in hayatını anlattığı için elbette 'kurmaca belgesel' ifadesini kullanmak daha doğru olacaktır.


Böylesine absürd bir karakteri işleyen Woody Allen'ın, dehasını 70 dakikalık bir filmde bile konuşturduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.Mizah anlayışını tam anlamıyla yansıtıyor bu filmde.İşlediği dönemin olaylarına, karakterlerine de bu özgün mizah anlayışıyla değinmeyi ihmal etmeyen Allen, bununla yetinmeyip yerinde yaptığı hicivlerle inceden dokunup geçiyor tüm bunlara.Mesaj kaygısı gütmeden, mesaj veriyor; düşündürmeyi de ihmal etmiyor ve bunları yaparken asla göze batan açıklar vermiyor.Hem güldürüyor hem düşündürüyor kısacası; fakat daha çok düşündürüyor.

Allen sinemasını her zaman bazı kriterlere dayanarak tavsiye etmişimdir, yine tekrarlayacağım.Eğer sadece vakit öldürmeyi amaçlamıyorsanız, şöyle oturup hem güzel vakit geçireyim, hem de biraz zihnimi çalıştırayım diyorsanız Allen filmlerini; fakat özellikle ''Zelig'' i tavsiye ederim.Ayrıca psikologların/psikiyatrların, psikolojiyle ilgilenenlerin mutlaka ama mutlaka izlemesi gereken bir yapım ve tabii ki sinemanın dahi çocuğu Allen hayranlarının...

İyi seyirler.

15 Eylül 2012

Chandler'ı özlediniz mi? Öyleyse ''Go On''!


Pilot bölümü ağustos ayında yayınlanan Go On dizisinin başrolünde Friendsseverlerin aşina olduğu bir isim, Matthew Perry -Chandler- yer alıyor.Dizinin ikinci bölümü de geçtiğimiz günlerde online dizi izleme sitelerinde yerini almış bulunmakta.İki bölümü izledikten sonra sıcağı sıcağına izlenimlerimi aktarıyorum:

Ryan, bir ay önce eşini kaybetmiş bir spor spikeri.Kısa bir süre işinden uzak kalmasının ardından, kendini işe dönmeye hazır hisseder; ancak patronu aynı fikirde değildir.Ryan'ın psikolojik destek alması gerektiğini düşünerek 10 seanslık destek grubuna katılmasını işe dönmesi için ön koşul olarak sunar.


Friends hayranlarının severek izleyeceğini düşündüğüm bir yapım.Biliyorum ki, Friends'i seven gerçekten seviyor.Yıllar önce izleyip bitirenler diziden kopamayıp tekrar tekrar eski bölümleri izliyor.Dolayısıyla Friends oyuncularının yer aldıkları yeni projeleri de takip ediyorlar.''Eski bir dost''u yeniden görmek gibi mutluluk veren bir şey bu.

Konusunu düşündüğümüzde bu diziden en fazla 2 sezonluk malzeme çıkar gibi geliyor bana.Öyle bile olsa keyifle izleyeceğimizden eminim.Zaten bu diziye bağlanmanızı sağlayacak olan şey konusu değil, karakterler olacak.Eğlenceli bir kadro olmuş.Daha ilk bölümlerde hissedebileceğiniz güzel bir uyum var aralarında.


Ryan, Chandler'dan farklı bir karakter.Her ne kadar yaşam tarzları farklı da olsa, espri anlayışlarının aynı olduğunu söyleyebilirim.Fakat Matthew Perry, Chandler'a sığınıp bunun ekmeğini yiyecek gibi görünmüyor asla.Bu karakteri geliştirirken sadece Chandler'ın espri anlayışını almış.İlerleyen bölümlerle Ryan'ın farklı farklı yönlerini göreceğimizi düşünüyorum.Ekibin geri kalanı da çok iyi seçilmiş.İlk bölüm itibariyle ısınacaksınız karakterlere.Ayrıca dizi salt komediye dayanmıyor, arada hüzünlenebileceğimizin de sinyallerini alıyoruz.E, daha ne olsun değil mi ama?

'Ufak' bir isteğimi dile getirerek sonlandıracağım yazımı: ''Friends yeniden çekilsin, lütfeeeeeeen!!''

6 Eylül 2012

La Mariée Était en Noir / Siyah Giyen Gelin


Imdb puanı: 7.3
Yapım: 1968 / Fransa
Tür: Psikolojik / Dram / Gizem / Suç
Yönetmen: François Truffaut
Oyuncular: Jeanne Moreau, Michel Bouquet, Michael Lonsdale, Charles Denner, Jean-Claud Brialy

Öncelikle filmin, Alfred Hitchcock'un da zaman zaman kitaplarından etkilendiği bir yazar olan William Irish'in ''The Bride Wore Black'' isimli kitaptan uyarlama olduğunu belirteyim.Sonra da gelelim konusuna:

Julie Kohler'in kocası David, düğün günlerinde kilise önünde bir kaza kurşunu ile ölüyor.Bu olay üzerine intikam yemini eden Julie, bu kazadan sorumlu olan 5 adamı teker teker öldürmeye başlıyor.Konu bir yerlerden tanıdık geliyor olmalı değil mi? Evet, doğru tahmin ettiniz: Kill Bill. Kill Bill'in wikipedia açıklamasına dikkat: ''Ayrıca filmin yaratıcı ve özgün senaryosu Rezervuar Köpekleri adlı filmle çıkış yakalayan Tarantino'nun ününe ün katmıştır.'' Sen beni güldürdün allah da seni güldürsün wikipedia.

Tarantino
bariz olarak etkilenmiş bu filmden. İntikam temalı her iki filmde de düğün günü eşi öldürülen iki 'gelin' yer alıyor.Tarantino'nun gelini fiziksel olarak oldukça eğitimli.Kurbanlarını da bu gücüne dayanarak alt ediyor.Yani Kill Bill'de aksiyonun ağırlıklı olduğunu görebiliriz.Truffaut'nun gelini ise kurbanlarıyla kısa süreli de olsa yakınlık kuruyor.Güvenlerini kazandıktan sonra klasik bir seri katilin kullandığı yöntemlerle intikamını alıyor.Yani bu filmin de psikolojik yönünün ağır bastığını söylemek mümkün.


Bazı sahneler ise oldukça tanıdık gelecek.Kill Bill'deki ''Death List Five''(Beş Kişilik Ölüm Listesi) bu filmden birebir olarak alınan kısımlardan.Uçak sahnesi de yine benzer sahnelerden biri.

İki filmin karşılaştırmasını bir kenara bırakıp, filme yeniden dönelim.Ufak tefek senaryo eksikliklerinin mevcut olduğunu söyleyebiliriz; çünkü Julie'nin bu 5 adamı nasıl teşhis ettiği ve onlara nasıl ulaştığı havada kalan bir ayrıntı olmuş.Tıpkı Kill Bill'de olduğu gibi bu filmde de zamanda geriye dönüş sekansları yer alıyor.Yine bir flashback'le aklımdaki bu sorunun cevabını bulabileceğimi düşündüm film boyunca.Ne yazık ki alamadım cevabını.Artık bu kitabın bir eksiği mi, yoksa yönetmenin hatası mı bilemiyorum.Zaten 'kusur' olarak niteleyebileceğim tek şey de buydu bu filmde.


Bunun dışında oyuncuları bol bol övebilirim.Özellikle Jeanne Moreau, sinemanın efsane katilleri arasında yerini alabilecek bir karaktere hayat vermiş.Soğukkanlılıkla ve korkusuzca işlediği cinayetler ile anlıyoruz ki Julie'nin hayattaki nihai amacı 'intikam'.Amacını gerçekleştirdikten sonra ise ölümü yani David'e kavuşmayı arzuluyor.

Hitchcock filmlerinin gerilim atmosferini hissedebileceğiniz bu filme mutlaka bir şans verin,wikipedia'ya da çok güvenmeyin, kendinize iyi bakın..

İyi seyirler.

16 Ağustos 2012

Detachment / Kopma



Yapım: 2011 / ABD
Tür: Dram,Psikolojik
Yönetmen: Tony Kaye
Oyuncular: Adrien Brody, Lucy Liu, Marcia Gay Harden, Sami Gayle, Christina Hendricks, James Caan


Albert Camus'nün ''Ve hayatımda aynı anda hiç böylesine kendimden kopmuş ve bir o kadar da kendimde hissetmemiştim.'' sözüyle açılışı yaparak beni ilk dakikada ekrana kilitleyen filmin başrolünde Adrien Brody yer alıyor.Yönetmen koltuğunda ise Tony Kaye oturuyor.Evet, şu meşhur ''American History X''in yönetmeni kendisi ve yine American History X kadar çarpıcı, sarsıcı, tokat etkisi yaratan bir filmle karşımızda.

Henry Barthes (Adrien Brody), sorunlu çocukların olduğu bir okulda geçici olarak çalışacak olan bir öğretmen.Görmeye aşina olduğumuz sıradan okul hikayelerini, öğretmen-öğrenci ilişkilerini, sorunlu öğrencilerinin mucizevi bir şekilde doğru yolu bulmalarını sağlayan öğretmen tablosu gibi klişe sahneleri aklınızdan silin.Bu film bir şeylerin yolunda gideceğini müjdeleyip, umut aşılamaktan çok daha ötesini yapıyor, gerçeğin kendisiyle yüzleştirip, sorgulamamızı sağlıyor.

Eğitim sistemini, ebeveynlerin tutumlarını, kendi hayatımızı, belki de genelgeçer olarak kabullendiğimiz doğru yanlışlarımızı sorgulayacağımız bir film.Felsefe ile edebiyat arasında gidip gelen Tezer Özlü, Albert Camus, Ferit Edgü gibi yazarları okuyormuş hissine kapılacaksınız.


Esas karakterimiz Henry'ye gelirsek...Ekstra sorunlu öğrencilerine olan yaklaşımı eğitim fakültelerinde ders olarak okutulmalı.''İdealist bir öğretmen'' demek yetersiz kalacaktır belki de onu tanımlamak için.Filmi izledikten sonra ''Dersimi anlatır giderim''ci öğretmenleri 'öğretmen' diye isimlendiriyorsak Henry gibi öğretmenlere ne diyelim diye düşüneceksiniz muhtemelen.Benim bu tarz öğretmenler için kullandığım tabir ''Eğitimci'' oluyor.Onların sıradan öğretmenlerden farkları, sadece mesai saatlerinde değil 7 gün 24 saat öğretmen olabilmeleri.

Film sadece okul-öğretmen-öğrenci üçlüsünden ibaret değil.Parça parça da olsa Henry'nin çocukluğuna uzanıyoruz.Büyük bir travma yaşayan Henry'nin çocukluğuyla birlikte filmin psikolojik boyutu gün yüzüne çıkıyor.Okulda düzenlenen aileler gecesine hiçbir velinin katılmaması üzerine Henry'nin sarf ettiği şu sözler, onun aile hayatını, çocukluğunu da özetliyor: ''Aslında kendimi evimdeymiş gibi hissettim.Bir tane bile veli yoktu.''

Bu mimikler de Kristen Stewart'a kapak olsun.

Bu film çok yetenekli olduğunu düşündüğüm bir oyuncu keşfetmemi sağladı: Sami Gayle.Henry ile olan ilişkileri Leon - Mathilda ilişkisini anımsattı bana.Film çekilirken henüz 15 yaşında olmasına rağmen, profesyonel oyuncuları kıskandıracak bir performans sergilemiş.Adını bir kenara not ettim.Eminim çok önemli işlerde çıkacak karşımıza ilerde.


Efendim uzun lafın kısası herkesin izlemesi gereken bir film.Çünkü hepimiz ya öğrenciyiz,ya öğretmeniz,ya öğretmen adayıyız ya da birer veliyiz.Uzaktan yakından herkesi ilgilendiren didaktik denebilecek bir film.Kaçırmayın derim.
İyi seyirler.


24 Temmuz 2012

Friends With Kids / Mükemmel Plan



Imdb Puanı: 6.2
Yapım: 2011 / ABD
Tür: Romantik / Komedi
Yönetmen: Jennifer Westfeldt
Oyuncular: Adam Scott, Jennifer Westfeldt,  Jon Hamm, Megan Fox, Kristen Wiig, Chris O'Dowd



30'lu yaşların sonlarına gelen iki yakın arkadaş Jason ve Julie çocuk sahibi olmaya karar verirler; ancak arkadaş gruplarındaki diğer çiftlerin çocuk sahibi olduktan sonra yaşadıklarına tanık olmaları onları ''evlenip çocuk sahibi olmak''tan farklı bir yol arayışına iter.Bir gün ortaklaşa bir plan yapıp birlikte çocuk yapmaya karar verirler.Birbirimizi çok seviyoruz, çok iyi arkadaşız, ee yaşımız da geçiyor, ikimizin de düzenli ilişkisi yok, öyleyse yapalım şu çocuğu sonra da hayatlarımızı yaşamaya devam edelim diye düşünüp mükemmel planlarını uygulamaya  karar verirler.Peki hem çocuk yapıp hem arkadaş kalmak mümkün müdür? Her ikisi de başkalarıyla birlikte olmaya başlayınca devreye kıskançlık girer mi? Bu plan düşündükleri kadar mükemmel midir? E izleyip görün.

Jennifer Westfeldt hem yazmış, hem yönetmiş hem de başrolde yer almış.Zaten film ''Bana bir kadın eli değdi' diye bağırıyor.Jennifer Westfeldt'in botokslu yüzü dışında beni rahatsız eden bir şey yoktu filmde.Onun dışında gayet eğlenceli, güzel vakit geçirmelik, dondurmamızı, cipsimizi yiyelimlik bir filmdi işte.Ama çerez tabir edilen filmlerden de değildi hani.Yer yer düşündüren güzel tespitler yapılmıştı.Çocuk sahibi olmanın hem güzel hem zor tarafları ortaya konmuş örneğin.Al işte otur bunun üzerine düşün.Öyle izleyelim geçelim tarzı klasik 'romantik komedi'lerden değildi anlayacağınız.


Son olarak, Megan Fox insan olmayabilir mi acaba? Yasaklar şu sıralar revaçtayken bir yasak isteği de benden gelsin: Bir insanın bu kadar güzel olması yasaklanmalı! Evet, evet.. Film boyunca gören herkesin woovv, müthişsin, çok tatlısın, güzelsin şekerci mi baban senin tepkilerinden bıktı kızcağız yahu.Üstüne ''Thanks'' yazan bi tişört giyseydi o da rahat edecekti biz de..Neeysee efendim, diyeceğim o ki bir gece ansızın ''romantik komedi izlemeliyim'' diye düşünürseniz açıp izleyebilirsiniz.Listenize ekleyin.İyi seyirler.

23 Temmuz 2012

Maria Full of Grace / Maria llena eres de gracia


Imdb Puanı: 7.6
Yapım: 2004, ABD; Kolombiya
Tür: Dram, Suç 
Yönetmen: Joshua Marston

Maria, Kolombiya'nın ufak bir kasabasında, çiçek fabrikasında(fabrika mı demeliyim oraya bilemedim) çalışan, gayet sıradan 17 yaşında bir genç kız.Annesi, büyükannesi,ablası ve ablasının bebeğiyle birlikte yaşıyorlar.O yaştaki her genç kızın olabileceği kadar da asi..Bir gün işi bırakıyor.Yeni iş aramaya başladığı sırada yolu uyuşturucu mafyasıyla kesişiyor ve kendini midesindeki 62 rulo uyuşturucu ile New York'a giden bir uçakta buluyor.Peki Maria'nın hamile olduğunu söylemiş miydim?


Plastiğe sarılı 62 adet, her biri yaklaşık 4 cm olan uyuşturucu rulosunu tek tek yutuyor.Eğer bu paketlerden sadece biri bile midesinde yırtılırsa sonuç: ''ölüm''. Uyuşturucu ile ilgili izlediğimiz filmlerin çoğunluğu uyuşturucunun kullananda yarattığı zararlar, yıkımlar ve ölümlerden ibaretti.İşin bir de 'sektör' boyutu var tabi.İşte bu filmle birlikte insanları yük taşıyan bir hayvan olarak gören bu sektörün acımasızlığına ve gözü dönmüşlüğüne şahit oluyoruz.


Katıldığı Sundance, Seattle ve Berlin film festivallerinden ödülleri toplayarak başarısını kanıtlayan ve benim kafamdaki 'festival filmi' tanımının tam karşılığı olan bir film.Ayrıca Catalina Sandino Moreno bu filmdeki performansı ile Oscar'a aday da olmuş.

Ben filmi ikiye ayırıyorum incelerken.Maria'nın Kolombiya'daki hayatı ve New York'a gidişi.Kolombiya'da çizilen portre oldukça gerçekçi.Maria'yı canlandıran Catalina Sandino Moreno çok başarılı.17 yaşındaki bir 'genç kız'ın sevinçleri, aşka bakışı, ailesinin yaşadığı sıkıntılara yaklaşımı.. bundan daha iyi anlatılamazdı diye düşünüyorum.Filmin ikinci yarısı ise Maria'nın New York'a gidişi ile başlıyor.Bu kısımda senaryo eksiklikleri vardı bana göre.Birkaç yerde ''Neden böyle oldu, niye böyle yaptılar da şöyle yapmadılar'' tarzı sorgulamalar söz konusu oluyor çünkü.Oyuncuların performansı da bu kısımda düşüyor sanki.Kasabada yaşayan bir genç kız,  böyle riskli bir işin içine giriyor.Belki bir parça 'korku ya da heyecan' eksikti.Fazla bir 'soğukkanlılık' söz konusuydu yani.Bu da benim gözüme batan bir ayrıntıydı.

Ufak eksiklikleri bir kenara bıraktığımızda ise ortaya çarpıcı bir film çıkıyor.İzlerken sizi rahatsız eden filmler vardır hani.Beni en son oturduğum yerde bu kadar geren film ''4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün''dü.O daha fazla rahatsız etmişti tabi ki.Hatta sarsmıştı diyebilirim.Hatta ve hatta sarsmanın ve etkilemenin de ötesinde karakterlerle beraber o anları yaşıyormuş hissi vermişti.Bahsi geçmişken 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün'ü de tavsiye etmiş olalım.İşte Maria Full of Grace'te de neredeyse aynı hisleri yaşadım.Maria'nın uyuşturucuları tek tek yutması, midesinde 62 paket uyuşturucu ile yaptığı uçuş..O uyuşturucuları çıkarmasından hiç söz etmiyorum bile..

Kısacası kaçırmayın mutlaka izleyin.Hoş 2004 yapımı filmi 2012 yılında izliyorsanız benim gibi, zaten kaçırmış oluyorsunuz mantıken..Her neyse geç olsun güç olmasın diyerek kendimi sustuyorum.İyi seyirler efendim...

28 Haziran 2012

Başka Dilde Aşk

Dün gece aklıma bir şey takıldı.Aslında uzun zamandır düşündüğüm bir şeydi bu: Neden başarılı, sinemaseverler tarafından tanınan, sevilen... bir kadın yönetmen yok? Ya da şöyle değiştireyim sorumu.Neden bugün herkesçe bilinen, 'üstad' olarak nitelendirilen yönetmenlerin çoğu erkek? Hatta benim hastası olduğum yönetmenlerin HEPSİ erkek.Cinsiyet ayrımcılığı olarak düşünülmesin bu yalnız.Aşırı derecede dikkatimi çeken, sebebini merak ettiğim bir durumdu bu.Twitter'da bu merakımı dile getirdiğimde, severek takip ettiğim seyircikoltuğu bana İlksen Başarır'dan söz etti.İlksen Başarır'ın ilk yönetmenlik deneyimi olmasına rağmen ses getiren filmi 'Başka Dilde Aşk'ı ise uzun zamandır izlemek için fırsat kolluyordum.Bu vesileyle oturdum hemen izledim.seyircikoltuğu'na çok teşekkür ediyorum.Filmle ilgili onun da çok güzel bir yazısı var.Buyrun burdan yakın.


Tür: Romantik, Dram
Imdb puanı: 7.4 
Yönetmen: İlksen Başarır
Oyuncular: Mert Fırat, Saadet Işıl Aksoy, Lale Mansur, Emre Karayel, Ayten Uncuoğlu


Onur, (Mert Fırat) işitme engelli bir genç.Bir gün bir partide Zeynep'le tanışıyorlar.Onur'un durumunu öğrendikten sonra da bunu sorun etmeyen Zeynep bırakıyor kendini aşkın kollarına.Tıkıyor kulaklarını etraftaki eleştirilere, dedikodulara.Böylece zorluklarıyla, güzellikleriyle hiç de sıradan olmayan bir aşka yelken açıyorlar.

Böylesine hassas bir konuya bir kadın eli değmeliydi.İlksen Başarır çok hoş ayrıntılara yer vermiş.Louis Aragon şiiri, dans sahnesi bu ayrıntılar içinde benim en beğendiklerimdi.Filmi güzelleştiren de bu ayrıntılardı bana göre.

Gerek esas karakterler gerek yan karakterler oldukça iyi çizilmiş.Mert Fırat'ın oyunculuğuna ise hayran kaldım.Öylesine bütünleşmiş ki rolüyle...Sırıtan, yok olmamış bu dedirtecek tek bir sahneye bile rastlamadım.Yan karakterlerden olan 'travma yaşayan komşu'dan ise başlı başına bir filme malzeme çıkar diye düşünüyorum.Saadet Işıl Aksoy'u severim; fakat övülecek bir performans sergileyememiş bana göre.Herhangi biri oynasa fark etmezdi yani.Öyle bir performanstı.


Aşka farklı pencereden bakmamızı sağlayan hoş bir film olmuş uzun lafın kısası.Ben olsam ne yapardım diye düşünmekten kendinizi alıkoyamıyorsunuz.Bu açıdan senaryoyu bol bol övebilirim.Kusur olarak adlandırabileceğim birkaç şey var, onları da belirtmeden geçemeyeceğim yalnız.Sosyal mesaj kaygısı güdülmesi böyle güzel bir aşk hikayesinin içinde sırıtmış.Zaten yan karakterlerin dünyası, sorun çıkarmaya çalışan eski sevgilinin değişik hareketleri, Zeynep'in ailesinin sorunları vs. gibi esas konudan uzaklaşmamıza sebep olacak sahneler varken bir de bu  'ayrıntı' deyip geçemeyeceğim kadar çok yer kaplayan sahnelere (çağrı merkezi çalışanlarının sorunları, eylem sahnesi..) gerek yoktu bence.Sanırım yapabileceğim tek eleştiri buydu.Bunu saymazsak başarılı ve en önemlisi 'farklı' bir aşk hikayesi..İzlenmeli, kadın yönetmenler desteklenmeli.

İlksen Başarır'ı listeme aldım.Bundan sonra yaptığı işleri takip ediyor olacağım.Bir diğer filmi olan Atlıkarınca'yı da en kısa zamanda izleyeceğim.

19 Haziran 2012

18 hikaye 1 şehir - Paris Je t'aime



Imdb Puanı: 7.4
Tür: Romantik, Dram, 

Kısa film meraklıları ekran başına! Gitmesek de görmesek de aşık olduğumuz bir şehri  18 farklı yönetmenin gözünden izlemeye ne dersiniz?

Hayal kırıklığı,yalnızlık,acizlik,bağımlılık vs. gibi çeşitli konularla zenginleştirilmiş her biri birbirinden güzel yaklaşık 6-7 dakikadan oluşan 18 aşk hikayesi.. ve her bir hikayeden uzun metraj filmler çıkarmak mümkün.


Hikayeler bol olunca karakterler de oldukça fazla haliyle ve bu karakterlerin neredeyse hepsi birbirinden farklı.'Tek tipleştirme' kesinlikle yok.Farklı hayatlar, farklı inançlar, farklı ihtiyaçlar tek tema üzerine kurulmuş: ''Aşk''


Film boyunca tanıdık birçok yüze rastlayacaksınız.Bunlardan bazıları: Natalie Portman, Elijah Wood, Emily Mortimer, Gaspard Ulliel...

Hikayelerin hepsi birbirinden güzel dedim.Evet, doğru..Fakat filmi izleyen 10 kişiden 9'u hiç şüphesiz ki o hikayelerden birini soluksuz izleyecek.Durağan giden filmin sonlarına doğru izleyeceğiniz Tom Tykwer'ın yönettiği bu aşk hikayesine aşık olacaksınız.



'' - Thomas beni dinliyor musun?
- Hayır, seni görüyorum.''

Yeterince meraklandınız mı? Öyleyse hikayeyi daha da ballandırıyorum..Ekranda Tom Tykwer adını gördüğünüzde nefesinizi tutmaya başlayabilirsiniz.''Faubourg Saint-Denis'' isimli bu segment ile hayatınızda görebileceğiniz en iyi kısa filmi izliyor olmanız mümkün olabilir..Belki biraz abartıyor olabilirim; fakat haklı gerekçelerim mevcut.Hayır usta yönetmene, ya da Natalie Portman'a torpil geçtiğim için değil; sadece ve sadece 7 dakikalık bir sürede uzun metraj bir film hissi yaşatabildiği için filmin açık ara en iyi hikayesi olduğunu düşünüyorum.Monotonluk kavramı bundan daha iyi anlatılamazdı.Müzik öylesine uygun seçilmiş ki, anlatım o kadar kuvvetli ki... Ve Natalie Portman'ın olağanüstü,harikulade,muazzam..kelimelerle ifade edilemeyecek oyunculuğu öylesine etkileyici ki...

Ben çoklu hikayelerden oluşan bu tarz filmleri ''New York i love you'' filmi ile keşfetmiştim.Sonra Türk sinemasında da bu tarzın bir örneği olduğunu görüp onu da büyük bir keyifle izlemiştim (bkz: Anlat İstanbul) Son olarak da bu filmi izledim.Birçok yönetmen, farklı tarzlar, farklı hikayeler..Tek bir filmde birçok şey keşfetmenizi sağlıyor.Mutlaka bu filme bir şans verin.


İyi seyirler.

10 Haziran 2012

Notorious / Aşktan da Üstün

Yapım: 1946 / ABD
Tür: Gerilim, Romantik
Yönetmen: Alfred Hitchcock
Oyuncular: Ingrid Bergman, Cary Grant, Claude Rains

Bir Nazi savaş suçlusunun kızı olan Alicia'dan, Amerikan hükümeti adına casusluk yapması istenir.Bir çeteyi çökertmek için Ajan Devlin gözetiminde Brezilya'ya giden Alicia'nın görevi, kendisine aşık olan çete üyesiyle evlenmektir.Yalnız hesaplayamadıkları bir şey vardır.Alicia ve Ajan Devlin ilk görüşte birbirlerine aşık olurlar.

Tam anlamıyla Hitchcock tarzını yansıtan bir film noir örneği.Bana göre işin içine psikolojinin de karıştığı Hitchcock filmleri bir numaradır.Bu filmde böyle derinlemesine inceleyecek bir şey olmadığı için bir Psycho, bir Rear Window, bir Rope ya da bir Rebecca değil benim için.Yalnız özellikle 'aşk' temalı Hitchcock filmleri içinde öne çıkan bir başyapıt olduğu da kesin.

Tüm film salt casusluk hikayesi üzerine kurulmamış.Ingrid Bergman'ın oyunculuk nimetlerinden yararlanmayı çok iyi bilen Hitchcock işin içine bir tutam tutkulu aşk da karıştırmış.Çok da iyi yapmış.Ingrid Bergman ve Cary Grant'ın muh-te-şem bir ikili olduklarını söylemeden de geçmemek lazım.Yalnız Cary Grant'a 'umursamaz, soğuk, kendini işine adamış ajan' tavırları nedeniyle gıcık olabilirsiniz.

Uyumunuza sağlık tatlım.

Tam Hitchcock tarzı dedim ama aslında biraz eksik oldu.Çünkü bir Hitchcock filminin hammadesi olan 'şüphe' bu filmde eksik kalan bir unsur.Zaten karakterleri tanıyan izleyici kimseden şüphelenmiyor.Kimin ne yaptığını açık açık görüyoruz.Filmin bu eksiğini belki bir nebze tamamlayan karakter Alex'in annesi olabilir.Potansiyel katil görünümüyle şüphe uyandırıyor izleyicide.


Peki Ingrid Bergman'ın kusursuz güzelliğine ne demeli? Böyle bir zarafet, böyle bir asalet, böyle saçlar, böyle gözler olamaz yahu.Şimdi fotoğrafta belli olmuyor ama en sağdaki siyah elbisesine bayılacaksınız. Tabi ben elbiseye elbise demem içinde Ingrid olmayınca.

Alicia'nın güzelliğine hayran kalacağınız, Ajan Devlin'in yüzüne tükürmek isteyeceğiniz; eğer Hitchcocksever iseniz kaçırmamanız gereken bir film.

İyi seyirler.

5 Haziran 2012

Bir dizikoliğin günlüğü vol.2

Uzuun zamandır yokum finallerim dolayısıyla.Bu kadar zaman ara verdikten sonra açılışı bir filmle yapmak isterdim; fakat uzun zamandır dizilerimden ayrıyım.Sınavlar bitince dizilerime deyim yerindeyse 'saldırdım'.E bu kadar izliyorum ediyorum, bir de bunlarla ilgili yazayım,görüş belirteyim, tavsiye edeyim değil mi ama..

İşbu post spoiler içerebilir, uyarayım baştan.Sonrasında gelecek küfürleri kabul etmem ona göre.

En son Friends 'e başladığımı, fazlaca keyif aldığımı söylemiştim.Şu anda 3.sezonu yarıladım.Açık ve net bir şekilde söyleyebilirim ki benim için bir HIMYM, bir Seinfeld neyse Friends de odur.CANDIR yani CAN.Bebeğim oldu daha ilk sezondan.Yıllar sonra bile açıp eski bölümlerini tekrar tekrar izleyeceğim, esprileri hatırladıkça güleceğim, 'Filmi niye çekilmiyo yeaa' diye serzenişte bulunacağım...Kısacası bir kere izleyip, bitirdiğim diziler kategorisinde olmayacak Friends.Bunun garantisini verebilirim kendi kendime.


Gelelim yeni başladığım bir başka diziye: ''Leyla ile Mecnun''. Yahu baktım herkes televizyonun karşısına dizilmiş oturuyor.Karşılarında Leylalar, Mecnunlar...Birbirleriyle izliyorlar, şakalaşıyorlar. Ben niye izlemiyorum ben de niye yook, dedim ve başladım izlemeye. An itibari ile 6. bölüme geçtim; ama sanki aylardır izliyor gibiyim.Yalnız 5.bölümden sonra dilime Ferdi Tayfur şarkısı dolandı.Bu beni biraz korkutmuyor değil hani.

Absürt komedi türünün mükemmel bir örneği.Espriler seviyeli, karakterler orijinal, oyuncular sağlam, senaryo güzel..5 bölüm için bu kadar yorum yapabilirim; fakat ilerledikçe daha da güzelleşecek gibi geliyor bana.Hadi bakalım.

Vee favorim tabi ki İsmail Abi.Böyle arıza bi adam olamaz ya.Severek izliyoruz efendim kısacası.


HIMYM da sezon finali yaptı bildiğiniz gibi.Üzüyor beni HIMYM artık ya.Bu sezon temposu iyice düştü.Eski sezonlar hatrına izlemeye devam ediyorum, bırakmam ben bu diziyi; ama alamıyorum artık eski tadı.Sezon finalinde gelinin Robin olduğunu gördük.Ters köşe yapıp Robin'in Barney ile değil başkasıyla evleniyor olabileceğini söyleyenler var.Ben o kadar derine inmeyip Barney ile evlendiklerini düşünmek istiyorum.Evlensinler artık lütfeen, cidden Robin'in aşk üçgenleri, dörtgenleri... baymaya başladı.Ayrıca Barney'nin evlenme delisi bir adam haline gelmesi de beni hiç mutlu etmiyor.Yahu bu adam çapkınlığın kitabını yazan Barney Stinson.. hoop senaristler kime diyorum?? Adamı resmen çakma Ted'e çevirdiler ya.Her gördüğü kadına aşık olup evlenme planları yapar hale geldi.Başka da bi şey demiyorum.Diğer sezonu beklemekteyim.


Fringe'te ise 3.sezondayım.Henüz diziye başlamayanlar varsa, sırf 3. sezonu izleme keyfini yaşamak için bile başlayabilirler izlemeye.Çok keyif alıyorum çook.Düşük tempolu 2.sezondan sonra ilaç gibi geldi valla.

Bunu bir geçerken uğradım yazısı olarak kabul edin olur mu.En kısa zamanda bir film kritiğinde görüşmek dileğiyle...

9 Mayıs 2012

Mientras Duermes / Sleep Tight / Ölüm Uykusu


Imdb puanı: 7.0
Yapım: 2011 / İspanya
Tür: Gerilim / Psikolojik
Yönetmen: Jaume Balaguero
Oyuncular: Luis Tosar, Marta Etura, Alberto San Juan, Petra Martinez

Evimizin gizli kalemiz olduğunu, buraya girdiğimizde tamamen güvende olduğumuzu düşünürüz değil mi? Peki ya öyle değilse? Aslında diş fırçamızı bile hiç tanımadığımız biriyle paylaşıyorsak??

Cesar, bir apartman görevlisi.(Artık Feriha nasıl etkilediyse beni 'kapıcı' diyemiyorum yahu.Kapıcı işte Cesar,bildiğimiz kapıcı). Dışarıdan bakıldığında gayet güler yüzlü,işini iyi yapan sıradan bir insan görünümünde.En tehlikeli suçlular sınıfında yani kendisi.'Kimsenin şüphelenmediği bir katilden, bir suçludan daha tehlikeli bir şey olamaz' mottosuyla yola çıkılmış.


Sıradan görünümünün altında psikolojik olarak tedavi edilmesi gereken, azılı bir psikopat yatıyor; çünkü Cesar'ın mutlu olabilmek için başkalarının mutsuzluğuna ihtiyacı var.Onların yüzündeki gülümsemeyi silebilmek ona bu hayatta haz ve mutluluk veren tek şey.Dolayısıyla kurbanlarıyla herhangi bir geçmişi yok.Onlardan alması gereken bir intikam da yok.Kurbanlarını seçerken göz önünde bulundurduğu tek şey 'mutlu olmaları'.

Herhangi bir filmden, kitaptan vs. etkilenmiş mi acaba senarist, bunu bilmiyorum.Eğer etkilenmediyse, gerçekten çok orijinal bir fikir olduğunu söyleyebilirim.Zira sadece konuyu bile okumak geriyor insanı.Bir de bunun üzerine, gerilimseverlerin bayıldığı 'Rec' filminin bu filmin de yönetmeni olduğunu, oyuncaların (özellikle Cesar) çok başarılı olduğunu ekleyin...Ortaya oldukça başarılı ve mutlaka izlenmesi gereken bir psikolojik/gerilim çıkıyor.


Cesar, bana Yusuf Atılgan'ın Zebercet karakterini anımsattı.Tabi Zebercet çok daha karmaşık, ruh halini çözümlemesi zor bir karakter.Cesar'ın ise amacını anlayabiliyoruz.Yalnız 'kimsenin şüphelenmeyeceği suçlular' kategorisinin başarılı bir örneği ikisi de.

Son zamanlarda gördüğüm en psikopat karakter Cesar.Luis Tosar kimdir, hangi yapımlarda rol aldı falan hiç bilmememe rağmen, bu filmdeki performansına bayıldım, etkilendim, takdir ettim.Hollywood'un kendisini keşfetmemesi, hep İspanyol yapımlarında yer alarak kendini kaybetmemesi dileklerimle...

Ayrıca bunu izleyip de beğenen gerilimseverlere  bir başka İspanyol gerilimi olan 'Tesis'i de tavsiye ederim.

İyi seyirler diliyorum efendim.

26 Nisan 2012

Friends (1994-2004)

 How I Met Your Mother hayranı olduğumu bilmeyen yok.How I Met Your Mother'ın en çok benzetildiği (ya da karşılaştırıldığı) dizi ise 10 sezonluk bir efsane: Friends

HIMYM'dan daha güzel olduğunu, HIMYM'ın Friends çakması olduğunu vs vs.. söyleyenler var.Tüm bu iddialara kayıtsız kalamayıp bir HIMYM fanı olarak yaklaşık bir ay önce başladım Friends'i izlemeye.Haydi şimdi 1994 yılında başlayıp 2004 yılında sona eren bu sitcom'ların efendisini inceleyelim:


Türkçe'ye 'Sıkı Dostlar' ismiyle çevrilen Friends'in,başrollerinde Jennifer Aniston,Courteney Cox,Lisa Kudrow,Matt Leblanc,Matthew Perry,David Schwimmer yer alıyor.İsim sayısından da anlaşılacağı üzere 6 'sıkı dostun' hikayesi anlatılıyor.

İlk birkaç bölümü zorla izlediğimi itiraf etmeliyim.Hatta bi ara 'Yok ya HIMYM varken bu izlenmez' deyip bıraktım.Ama öyle bi dizi ki bu, ilk bölümlerle birlikte ele geçiriyor sizi.Dayanamadım, başladım kaldığım yerden izlemeye.An itibariyle 2.sezona geçtim bile.Hatta 3 bölümünü daha izledim.


Diyeceğim o ki, açın izlemeye başlayın.Birkaç bölüm izleyin.3. ve 4. bölümlerden sonra, hadi bilemediniz 5.bölümden sonra dizi sizi ele geçirecek.İlk zamanlar 'vaaay 10 sezonmuş, bitmez ki bu' şeklindeki tepkiniz 'Yaa 10 Sezoncuk mu bu, ayy keşke yeniden çekseler' e dönüşecek.Benim için şimdiden Seinfeld ile HIMYM arasında bir yer edindi kendileri.Düşünün, Seinfeld ile HIMYM ile kıyaslıyorum.Sadece 1 sezonunu izlediğim bir diziye bunu yapacağım aklıma gelmezdi.

Peki nedir seni bu diziye böylesine bağlayan diyecek olursanız, cevabım hiç şüphesiz 'karakterler' olacaktır. Haydi gelin sizi onlarla tanıştırayım:


Ross: kalp kalp kalp kalp... ergenlik günlerime döndüm.Deftere Ross yazıp kalp içine falan alacağım yani o derece.Tam benim tipim ama bunun konumuzla alakası yok tabi.Ross'u HIMYM karakterlerinden 'Ted Mosby' ile eşleştiriyorum ben.Birçok açıdan benziyorlar birbirlerine.
Son derece sempatik,saf,tatlı,zeki,duygusal,e tabi bi de yakışıklı... Lezbiyen olup,Ross'dan ayrılan eski karısı Carol'a bir çift sözüm var: Allah cezanı verecek! 

Joey: Barney Stinson yaratılırken Joey'den bayağı bi kopya çekilmiş.Yalnız Joey,Barney'nin biraz daha saf hali diyebiliriz.

Monica grubun titiz kızı.Düzenli,takıntılı,sevimli,zeki,kuralcı...Lily'le bağdaştırdım ben Monica'yı.Ancak ilerleyen zamanlarda aşk üçgenlerine karışacak da Robin'e benzeyecek diye de korkmuyor değilim hani.

Chandler: Şahsına münhasır bir kişilik.Joey'nin ev arkadaşı bu arada.İkisinin muhabbetleri görülmeye değer.

Rachel ise Monica'nın liseden arkadaşı.Evleneceği gün düğünden kaçıyor ve eski dostu Monica'nın yanına taşınıyor.Yalnız şöyle bir durum var.Monica'nın kardeşi Ross, Rachel'a liseden beri aşık! Jennifer Aniston'ın yaklaşık 20 yıl önceki hallerine bakıyorum da kadın cidden şahaneymiş.Yalnız yıllar geçtikçe daha da güzelleşiyor.Onda da bi Benjamin Button'lık yok değil.

Phoebe ise grubun saf zekisi.Saf görünümünün ardında zeki bir kadın yatıyor aslında.Söylediği şarkılar ve sevgililerinden kolaylıkla ayrılabilme becerisiyle çıkıyor karşımıza.Olur olmaz zamanlardaki umursamaz tavırları ise beni benden alıyor.Sevdim ben onu da kısacası.


''HIMYMFriends mi ?'' derseniz bu zor bi soru olur benim için.Yalnız HIMYM'ın ciddi derecede Friends'ten etkilendiğini rahatlıkla söyleyebilirim.Bölümlerin gidişatı,muhabbetler,karakterler çok benzer.Sadece şunu diyebilirim: İki diziden birini severek izliyorsanız, diğerini de mutlaka beğenirsiniz.Oturun izleyin işte yahu.

P.s: Google görsellere tıklamamanızı tavsiye ederim.Ergen bebeler bir çift görünce hemen sarmaş dolaş fotoğraflarını koyup, X kalp Y falan yapmışlar.Gelecek bölümlerle ilgili epey bilgi edindim, kahretsin.İşte bu yazı bu zor şartlar altında hazırlanmıştır.Son olarak; Tanrı Google görseller ve ergen bebeleri kutsasın.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...